18 Ekim 2010 Pazartesi

bir başlık bulamadım

Ebeveynler insanın hayatının mimarlarıdır, mühendislik günlük hayatımızın özütü.. Ben hayatımın yarısını ebeveynlerimden ayrı ve onlarla seyrek görüşerek geçirdim.

Şimdi uzun yıllardan sonra bir süreliğine onlarla yaşayacağım kesinleşti. Hem de şehir değiştirerek.. En son ortaokuldayken insanlarını tanıdığım şehre dönüyorum. Geri sayım başladı; son 1 buçuk ay.. 2 yıldır oturduğum evden taşınıyorum. Yıllardır içinde yaşadığınız bahçeyi talan etmekten farksız bir gerginlik.

Sanırsam doktordan "2 ay ömrünüz kaldı" sözünü duymak böyle bir şey. Şehrin her yanıyla ilgili planlar yapmaya başladım. Beyoğlu, Kanlıca, Beykoz, İstinye, Cihangir, Hisarüstü, Bebek, Üsküdar, Kadıköy, Etiler, Beşiktaş, Eminönü, Galata.. ve diğerlerine de, birer gün ayırdım.

Semt sayısı kadar insan yok, gitmeden göreceğim. Bu taşınmamı daha da kolaylaştırıyor galiba.

Bir şehri, bir semti özlemek, bir insanı özlemekten çok daha kolay. Çünkü bilirsiniz ki onlar sizi sabırla bekleyen sevgililer gibidirler. Değişirler, kalabalıklaşırlar, ama her zaman ordalardır. Giderseniz önce biraz tedirgin, ama sonra sıcaklıkla kucaklanırsınız. Ve her zaman güzellikleri yad edebilirsiniz.

Ben sevgimi, hasretimi semtlere ayıracağım. En büyük kısmı boğaza ayıracağım. Geldiğimde yapacağım ilk iş yamacına oturup karşı tarafı izlemek olacak. "Kavuşamadan vuslat"ın resmidir boğaz..

Evet, olay sadece bir evi toplamak değil, bir ömrün yarısını toplamak, sağdan soldan..

Başlıyorum..

9 Ekim 2010 Cumartesi

İtiraf

Çok yalnızım.

Son haftalarda, günlerimin çoğu bakkal haricinde kimseyle konuşmadan geçiyor. Sızlanmıyorum. Şikayetçi değilim çünkü.

Enteresan yanı, en dürüst olduğum dönemde hiç konuşmuyor olmam.



İnsanlar evler gibidirler. İlişkiler de misafirlikler gibi.. Herkesin iyi kötü bir bahçesi vardır, bir dış sıvası, boyası-badanası.. Bazılarının çitleri vardır, kimilerinin duvarları.

Apartman dairesi gibi yaşamayı bıraktığımdan beri ne bahçemi düzenleyebildim, ne mobilyamı, ne de misafirlerimi..

Yalnızlıktan şikayet etmeyişimin nedeni bu; şu an kimseyi misafir edecek durumda değilim..

İşin ilginç yanı şu ki; bu işi tek beceremeyeceğimi taa en başından anlamıştım. Hala apartmanda yaşadığım düşünüldü, evsiz olduğum, hatta amacımın düzenlemek olmadığı..

Sorun değil.

Vaktim bol. İşim bitince, her çivisinde yalnızca benim çekicim olacak. Aynı şimdiye kadar olduğu gibi..

Çok gürültü çıkarmamaya çalışacağım.

20 Eylül 2010 Pazartesi

İletişim

İletişim "söz söyleme" değil, "söz söyletme" sanatıdır.

Çünkü, aslında, karşınızdaki ne söylediğinizi değil, kendi aklındakini söyleyip söylemediğinize odaklanır.

Hatta bazen istediklerini söylemenize bile gerek kalmaz. Onların istediklerine yorabilecekleri şeyler söyleseniz de olur..

Ve o noktaya geldikten sonra söylediklerinizin hiç önemi yoktur. Zaten o noktada kaçabilecek kadar akıllı ve yüzsüz olanlar anında tüyerler. Sonrasında gereksiz mesajlar, uzayan, uzadıkça anlamsızlaşan cümleler falan kurulur. Çok tanıdık değil mi! Çoğunuzun ilişkileri böyle bitmedi mi?..

Aslında iletişmiyoruz, ilişiyoruz belki. Sıyrılana kadar..

1 Eylül 2010 Çarşamba

Gündüzlerin acısını gecelerden, gecelerin acısını kendimden çıkartıyorum.

20 Ağustos 2010 Cuma

Yaratık

Yaratıklar çiziyorum,
Kim olduklarını bilmediğim..
Suratlarında benim çirkinliğim var,
Gözlerindeki sanki benim hüznüm..
Parmaklar çiziyorum onlara, eciş bücüş..
Topukları yere çivili ayaklar..
Yalnızlık ekliyorum renklerine.
Umutsuzluk koyuyorum ceplerine..
Ama hep kırmızı kalpleri,
Vazgeçemiyorum bu alışkanlıktan..
Kulaklarımdaki uğultu, bu isimsiz yalnızlığın ağızsız çığlığı.
Neyi unuttuğumu gözüme sokarcasına..

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Sensizlik Günlüğüm

Bir gün yine her sabahki gibi uyanacağım, seni görmek için yattığım rüyalardan.. Çoğu kez olduğu gibi seni görmemiş olmanın can sıkıntısıyla pencerenin önünde alacağım soluğu. Belki de hiç bir zaman geçmeyeceğin sokağa bakacağım. "Hayatımdan geçmiyor, sokağımdan geçse ne olur ki!.." diye iç geçirip, kapatacağım perdelerimi.



Yokluğunun doldurduğu bir boşlukla geçmiş koca gecenin miskinliğiyle, yavaş yavaş yürüyeceğim lavaboya. Rutin.. Boğulmak istercesine yıkadıktan sonra sakallarımın arasına sıkışmış yüzümü, haftalardır seni görmemiş gözlerimle bakacağım aynadaki, ömür yorgunu aksime.



Ve her sabahki gibi acıyacağım kendime..

Gözlerimin altındaki "umutsuzluk halkaları"na takılacak gözlerim. Sensizliğimin hatırası olduklarını düşünüp, tebessüm edeceğim.

Dünya üzerinden silmek istercesine kuruladığım yüzümün havlusunu, bana seni getirmeyen günün çöpüne atacağım.



Sensiz bir sabahın yorgunluğuyla oturduğum kanepede, yalnız olmamın verdiği cesaretle, senelerdir susturduğum içimdeki şeytan çocuğu dinlemeye başlayacağım. Bana seni anlatacak yine, uzun uzun..

29 Temmuz 2010 Perşembe

4 Temmuz 2010 Pazar

Fading Into the Past

Aslında ben bir ara komiktim. Hatta sakin yapılı utangaç da biriydim. Hiç arıza çıkarmazdım. Çok söz dinler, yanlış birşey yapmazdım. Hafızam beni yanıltmıyorsa bir ara da çok mutluydum. Galiba hiç sorunumun olmadığı dönemler de oldu. Beni sevenler de oldu diye umuyorum. Samimi, dürüst ve candan dostlarım derken çoğul kullansam da pek de çoğul olmadılar ama olsun.. Sonra ben insanlara hem inanır hem güvenirdim. İlaç milaç içmeden öğlenlere kadar eşşek gibi uyurdum. Bayramlarda millete gülmekten baklava yemeye bile fırsat vermicek kadar neşeliydim. Harbiden, ne oldu lan bana..

27 Haziran 2010 Pazar

Kendimi Bir Bok Sanıyormuşum Gibi Öğüt Vereyim Azcık

Gene aynı konuyu irdeleyeceğim.

Kötü bir geçmiş, iyi bir geleceğe edilen bir ihanet midir? Pes ediyorsanız eğer, EVET!.. Pes etmiyorsanız eğer, hayattaki en pahalı şeyin, tecrübenin, bedelini ödediğinize sevinebilirsiniz.

"E bukadar mı yani?". Hayır, tabi ki değil. Şimdi level 2 ye atlama zamanı. Hadi biraz çabalayalım.. Çünkü yıkılan çok şey vardır, kendinizde bile.. Çevrenizdekileri, geçmişinizdekileri hiç saymıyorum bile..

"Önce hayatınızdaki insanlara güven aşılamalısınız" gibi saçma laflar etmeyeceğim. Artık kim güvenir ki size?.. Yeterince hayal kırıklığı yaratmış, hatta beddua bile almışsınızdır, ne güveni!..

Önce uzun süredir gözlerinizi kaçırdığınız kendinize bir bakın bakalım, neye benziyorsunuz? Gördüğünüz şey karakterinizdir. Ve karakter üzerinde değişiklikler yapılabilecek birşeydir. Bakmayın "Karakterim bu benim ağbi, değişir mi hiç!" safsatalarına. Komik şeyler bunlar..

Karakterinize baktığınızda ilk görmeniz gereken şey "umut"tur. Çünkü pes etmediyeseniz umudunuz aynen yerinde duruyor demektir. Umut insanın tan vaktidir. Bilin ki güneş doğacak. Doğduğunda sizde neleri aydınlatacağına karar verin bir an evvel.

Mutlaka gerekli özürleri dileyip, gerekli teşekkürleri edin. Evet, bu çok öncelikli.. Çünkü bu ikisi kabul etmekle eş anlamlıdır. Kabul edin ki değiştirin..

Sonra sıra geliyor zayıf halkaları güçlendirmeye. En zayıf halkanız kadar güçlüsünüz çünkü.. Eğitimse eğitim, sağlıksa sağlık, görünüşse görünüş, işse iş.. Her ne kadar normlara inanmasanız da, inandığınız kulvarları yaratmanın yolu, var olan kulvarları kullanıp, kendi kulvarınızı yaratabilecek duruma gelmelisiniz. "Ne demek lan bu şimdi!". Şöyle diyeyim; bar bar gezmeyi seviyorsanız, kimsenin bundan şikayet etmemesi için barda harcayacağınız parayı güzel güzel kazanıyor olmanız gerek. Nüdist iseniz eğer, tek başınıza evde yaşayabilecek sosyal ve maddi duruma ulaşmanız gerek. Uzun lafın kısası, her ne yapmak istiyorsanız, onu yaparkenki zamanınızın haricindeki vaktinizi kapatmak istediğiniz ağızların söylediklerini kısmen yapmanız gerekli. Vazgeçmek durumunda değilsiniz hiçbirşeyden, ama belki azaltmak zorundasınız..

İnsanoğlu aslında cep telefonu gibidir. İstediğiniz "application"ı kendinize yükleyebilirsiniz. Bedeli biraz uğraş ve sabırdır. Ödemelisiniz..

Son nokta. Geçmişi düşünüp, hayıflanıp, hala o günlerdeymişsiniz gibi kendinize eziyet edip, kendinize en büyük haksızlığı birinci elden sizin yapmamanız gerek. Sigarayı bırakmış eski bir bağımlının, sanki hala durmadan sigara içiyormuş gibi, durmadan kendine kızıp durması gibi birşeydir bu. Oysa o ara ciğerleri kendini yenilemekle meşguldur..

Hayatınızın ciğerlerini yenileyin, göreceksiniz; derin bir nefes alacaksınız..

18 Haziran 2010 Cuma

Uyku Kaçması Saçmalamarı Gibi Bir Durum İşte..

Gene bir faili meçhule kurban gitti uykum.. Oysa bütün bütün içtiğim hapların yarısı işe yarasa, şimdi kelime kovalamak yerine rüya kovalıyor olurdum..

Hani "Dertlerimiz olmasa, koca dünyayı ufacık mutluluklarımızla nasıl doldururduk.." hesabı, kelimeler olmasa, koca geceyi ufacık uykucuklarla nasıl doldururdum..

Aklımda kalan son "ben"i de kovalasam, yeni düşünceler ne getirirdi acaba bana? Bir köpeğin salyasından damlayan bir nefis? Yaptıklarımın gölgesinde kalan "yapamadıklarım"? Ya da harıl harıl yanan bir ateşe durmadan atılan odunlar gibi birbiri ardına gelen dakikalar..

Bazen aklım bulanıklaşıyor böyle gece vakti uyanıverdiğimde. Neredeyim? Hangi zamandayım? Kanepe mi bu yattığım, ranza mı yoksa büyük bir yatak mı? Hangi tarafım sol ? hangi tarafım sağ? Hangi yanım felçli gibi uyuşuk? Hangi yanım gözüm?

İşte tam bu düşüncelerin üşüştüğü vakit zaman pıtılaşıyor sanki. Hayat, damarlarımı tıkıyor. Tıkanık damarlarımdan kan gitmeyen günlerim teker teker ölüyor.. Tam gelecegim intihar edecekken, geçmişim gelip intikamını alıveriyor..

Ne işi var bu düşüncelerin aynamda? Her tan vaktinde gözlerimin altındaki halkalara oturmuş neyi bekliyorlar?..

Siz hiç "zaman çıkmazı"na girdiniz mi? Bazı geceler olur, saat 3'ten 4'e geçmez.. Sanki günler geçer ama o 1 saat geçmez.. Saate bakarsınız, uyur uyanırsınız, kalkar işersiniz, müzik açar uyuyakalırsınız, gene uyanırsınız, bir bakmışsınız hala saat 3ü bilmem kaç geçiyor. Yok yalan, aslında geçmiyor.. İşte ben bu çıkmaza birkaç günde bir uğrarım.. Gündüzleri uyanıkken kısalan ömrüm, gece uyanıkken uzuyor sanki..

İşte tam şuan, içi boş bir çerçeve, acısız bir ölüm, kokusuz bir ten gibi. Ne kadar da boş..

Hava da leş gibi sıcak. Sırtımın sağ tarafında, ortaya yakın bir yerden tek bir damlanın süzülüşünü hissediyorum, adı ter. O da ne yapsın.. Tuzunu alıp gidiyor işte..

Bu arada 10 dakika falan bekledim bu aklıma geleni yazmamak için ama o galip geldi.

Rüzgarların cilvesine aldandın
Gül dalındaa pervasızca sallandın
Dikenlerine battın sen hep
Kendi kök yollarının
Ve hep gölgesinde kaldım ben
Aslında hiç olmayanın..


Yazmaktan sıkıldımm

13 Haziran 2010 Pazar

Sabır

Medet umup karanlıktan
Işığı aramalı
Işığı gördümü
Tabureye vurmalı..

13 Mayıs 2010 Perşembe

Novadeyz

Önce geçmiş olsun dileklerini ileten herkese teşekkür ederim. İyiyim, iyiyiz..

Sonra, geleyim bugün yazacaklarıma..

En ünlü karikatüristler bile çizim yaparken yanlış çizgiler çekip, yanlış gölgeler atabilir, ya da ufak bir titremeyle çizime yeniden başlamak zorunda kalabilirler..

En büyük yazarların bile milyonlarca kez kullandıkları kelimeleri yazarken yanlış harf yazdıkları için kelimeyi düzeltmeleri gerekebilir..

90 yıldır konuşan dedelerimiz/ninelerimizin bile bazen dili sürçmez mi..

Peki böyle hataları yaşarken bizim yapmamamıza imkan var mı?

"Allah aşkına Ercan, bizim yaşamamızla karikatüristin çizim yapması, bir yazarın yazması, yaşlılarımızın konuşmaları aynı şey mi!?" diyorsanız eğer, bu soruyu birkez de sesli okuyun. Cevabı içerisinde bulacaksınız; "Evet, tam olarak aynı şey."

Bunlar dikkatsizlikten mi oluyor peki? Hayır.

Karikatüristin, yazarın sanatını taşıyan kağıdın elbette ki silgiyle sınanması gerekir. Yıllarca farkında bile olmadan yaptığımız şeylerde bile hata yapabileceğimizin ilahi olarak bize gösterilmesi gerekmez mi?

"Amma çok soru işareti kullandın be Ercan! Biz mi dinliyoruz, sen mi belli değil.."

Bu kez ben dinliyorum.. Kendimi dinliyorum, insanları dinliyorum, doğanın gizli mesajlarını dinliyorum.. Dinlemem gerek çünkü artık çok yazım hatası, çizim hatası yapıyorum. Dilim sürekli sürçüyor, ayaklarım yürürken sendeliyor..

Kendim "Dikkatsizsin" diyor, insanlar "Yorgunsun".. Doğa ise "Yanlış şeyler söylüyorsun Ercan, yanlış yerlere yürüyorsun.. Seni durdurmaya, susturmaya çalışıyorum ama anlamıyorsun." diyor sanki..

Dursam, sussam?

...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Başlık? Anlamadım..

Mola.

İtiraf etmeliyim ki; derin bir soluk almaya ihtiyacım var.

Deniz kenarı? Yok aradığım böyle birşey değil.. Zira, ciğelerimdeki hava hücrelerime yeter..

Nedir ozaman hücrelerime yetmeyen?

Belki de hücrelerime artık fazla gelenler vardır lan? Belki bukadar yorgunluk, bukadar hastalık, bukadar uzaklık fazladır artık?

Enerjiyi zaten unutalı çok oldu. Salak saçma şarkılara, bok atarak zaman geçirmeye çalışıyorum..

Ve ben artık İstanbul'da olmak istiyorum.

Nefesim için, rahatım için..

Dün okuduklarıma sıkıldım, bugün okuduklarıma şaşırdım, sonra okuduklarımla yamuldum..

Hayat bu üçgen içinde kenarlara dikmeler inmektir zaten..

Gidip yapmam gerekenleri yapmalı, babamla ilgilenmeliyim.

O değil de, bu yazının beni rahatlatması gerekiyordu. Yoksa artık rahatlatmıyor mu? Yoksa bugün okuduklarıma şaşırmam yanlış mı?

Tamam, kabul ediyorum; oksijen beyin hücrelerime yetmiyor olabilir..

26 Nisan 2010 Pazartesi

Günce

Öncelikle hastane hayatına alıştım. Kaç hafta oldu.. Artık yadırgamıyorum..

Bu hastalık denilen meret insanı pek bir değiştiriyor.. bknz: doktorlarla dost olmak

Bir de düşünme frekansı değişiyor insanın. Birkaç kelime okuyorum (bir mesaj, bir yazı, bir haber, bir kitap) ve bir anda farklı günlere dalıveriyorum. Zaman yolculuğu gibi, dini bir trans ya da paralel evrenlere inanmaya başlamak gibi değişik haller yaşamaktayım.

Ama hala hiçbirşey denize bakmak gibi güzel değil..

Bazen bir anı özlüyor insan, bazen sağlığı, bazen çalışmayı, bazen de hiçbirşeyi..

Bir de son günlerde ayak bağı gibi hissetmeye başladım kendimi.. İnsanlar bana takıldıkları için yürüyemiyormuş gibi yapıyor, üzerine basılan ayakkabı bağcıklarına karşı zeytinyağı olma durumları..

Hergün 6 hap içip, krem sürüp, özel sabun kullanmak çok can sıkıcı ayrıca..

Yazmayın artık.. Bir günde bunca hap yetiyor bana..

23 Mart 2010 Salı

Bahar oncesi ercan

Kimse kendini kandirmasin; kis bal gibi de devam ediyor iste. bu gecis donemini hic sevmemisimdir. kistan kalan durgunluk, bahar gunesinde ayna gibi parlar, yeni gunlerimin gozumu kamastirir..

aslinda yorgun degilim, antrenmanliyim sanirsam.. ama isteksizlik coreklenen bi meret.. bir comak gelse de durtse sunu..

yazasim gelir benim her mevsim degisiminde.. dogayla senkronize olamadigimdan dolayi olsa gerek, hergunum ironi hergunum ayri bir paragraf..

simdi capada bir doktoru beklerken sert bi kahve iciyorum. doktorlar hep bekletir zaten, ummadigin anda gelir falan, belki bana kahvemi bila bitirtmeden gelecek, belki 3-5 kahve daha beni bekliyor bilinmez..

gecen hafta babam bahcelievlerde hastanedeyken dikkatimi ceken bir pencere geldi aklima. gece acik boraktigim pencere sabah kapali, perdeleri muhurlenmis.. iste hayat belirtisi.. yolun ortasinda tatlicida tuzlu biseyler yerken..

atan nabizlari seviyorum..

23 Şubat 2010 Salı

21 Şubat 2010 Pazar

14 Şubat 2010 Pazar

Ona söyle beni kaybetmesin...

Bu kadar çığlık, bu kadar sessiz, bu kadar yalnız, bu kadar kalabalık...

Bir insan bu kadar zıtlığı nasıl taşıyabiliyordu bir arada. İnsanların kendilerinden başka her şeyi çözdükleri (ya da öyle zannettikleri) bir dünyada nasıl ayakta kalabiliyordu, hala anlamıyorum.

Bana öyle geliyor ki, dünyaya yön veren insanların çoğu kendi dünyalarına yön verememiş insanlardır. İçlerindeki dünyayı çözmedeki cesaretsizlik dış dünyadaki kahramanlıklarının temelidir bir bakıma.

Ama ya O. Dünyayı değiştirmek umurunda değildi... Evet, büyük bir çabası vardı insanlar adına. Ama insanların ve dünyalarının gel- gitleri onu hiç sarsmıyor ve en önemlisi de şaşırtmıyordu.

Peki, içinde sarsıntılar var mıydı? Sanmıyorum. Sezar ‘ın yerinde olsaydı sırtına hançeri saplayan Brütüs e sadece bakardı. Hiç şaşırmazdı.Tanıyordu insanları.

"İnsanların çoğu kedilerin patilerini benzer ilk tutuşta yumuşacıktırlar. Onları kucaklamak istersin. Ama bencilliklerine dokunan en küçük bir olayda sana tırnaklarını gösterirler" demişti bir keresinde.

Hayatımda hiçbir şeyi O ' nu anlamayı istemek kadar arzulamamışımdır. Aslında onu anlamak isteyişim kendimi anlamak istediğimden geliyordu. Bu yüzden saatlerce onunla konuşurdum. Benimle göz göze gelmemeye özen gösterirdi. Saatlerce beni kendi gurbetinde dolaştırır, kalbimden tutup beni yeryüzünün kalabalık ve gürültüsünden göklerin sessizliğine çıkarırdı. Sonra ona dokunmak istediğim anda ellerimi bakışlarıyla dondurur ve kâinatın şu ana kadar algılayamadığım boyutlarına kaçıverirdi. Sanırım benim ona karşı duyduğum hayranlık ve zayıflığı hissediyor benim için benden kaçıyordu.

Bazen onu sözlerimin tuzaklarına düşürmek isterdim de o bunları hiç anlamamış gibi sözlerimi emin bir anlama çeker ve beni daha fazla düşmekten korurdu. Peki, bunları niçin yapıyordum, bilinçli yapmıyordum bunları. Bazen kıskançlık bazen de...

Seviyordum onu. Kimseyle paylaşmak istemiyordum. Öyle ki bazen hiç kimsenin onu görmemesini, dinlememesini kimsenin ona hayran bakmamasını istiyordum.

Ah.. Şu ihtiyaç duygusu yok mu? Çok değil bana biran olsun muhtaç olduğunu hissedebilseydim.

Ne garip bir insanın bize sığınması, başını omzumuza dayayıp huzur bulması ne kadarda mutlu ediyor bizi. Acaba güçlü oluşumuz bir başkasının zayıflığına mı bağlıdır. Ah şu duygular.

Fiziğin ve kimyanın karmaşık formüllerini bildiğim kadar iç dünyamın da kanunlarını bir bilseydim. Her şey bambaşka olurdu eminim.

Mesela ona hiç sevdiğimi söylemedim. Her şeyi söyledim belki... Ama bir türlü sevdiğimi söylemedim. Gururuma yediremedim. Onu hem ölesiye seviyor, hem de gururumla ondan kaçıyordum. Niçin korkuyordum ki?

Şu sözlerinde haklımıydı acaba?

"Ancak güçlü insanlar sevebilir zayıflar sevdiklerinde ya köle olurlar ya da sevdiklerini kendilerine köle yaparlar. Hâlbuki sevgi, öyle bir çiçektir ki kafesi kendine yer kabul etmez. Çünkü sevgi direk Allah'tandır. Bu yüzden sevgi zamandan ve mekândan münezzehtir. Zamanın ve mekânın kanunları onu etkilemez. Aksine Sevgi zamanı ve mekânı etkiler."

Özgür insanların sevgisi anlamlıdır bence. Beni seven bir insanın isyanı, mecbur olduğu için bana yapacağı kölelikten çok daha değerlidir. Zaten bu yüzden Allah'a şüphesiz inanan bir insanın O’na isyanı, O’na tam inanmış bir insanın ömrü boyunca yaptığı kölelikten daha değerlidir.

Bu sözleri söyler sonrada "anlıyorsun değil mi" derdi. Ne kadar anladığımı ona hiç söylemedim.

Sonradan anladım ki...
O bana yıldızlardan bahsederken ben, gözlerimin parıltısını anlattığını zannederdim.

Bir keresinde de insanları buz dağına benzetmişti de ben üzerime alınıp ona anlatmadığım yönlerimi anlatmamı istediğini düşünmüştüm. Ben onu yerde ararken o beni göklere çıkarmak istiyordu da ben direniyordum sanki.

Ah o günler.
Bir tek söz’ ün söylenmek istendiği yerde, binlerce söz ün söylendiği..
Söylenmek istenen her şeyin yalnızca gecelere saklandığı o günler...

Niçin söylemiyordum sevdiğimi? Gururdan mı?
Ah o gurur yok mu? Tam sevdiğimi söyleyeceğim zaman dilimi bağlayan, tam onu tutacağım zaman ellerimi ceplerime zincirleyen o gurur. Zaten çoğu zaman onu görünce de ne söyleyeceğimi unutuyordum. Evde ona söyleyeceklerimin hesabını yapıyor, onu gördüğümde ise hiçbir şey hatırlamıyordum.
Zaten ne söyleyeceğim önemli değildi çoğu zaman, konuşuyorduk ya yetiyordu...
Aşk insanı sadece kör etmiyor, sağırda ediyordu. (Ne güzel. İnsanı dünyadan koparan her şey güzeldir çünkü..)

Peki, niçin acılarıma gözyaşlarıma engel olmuyordu o gurur? Niçin yalnızlığımı paylaşmıyordu? Ona sevdiğimi söylemek istediğim de aramıza giriyordu?
Haklımıydı acaba? Aşk dile gelse kalp daralır mıydı?
"En büyük aşklar gizlenen aşklardır "demişti de sitem etmiştim ona. Ne garip fikirleri vardı aşk hakkında...
"Aşk hakkında bilinmesi gereken tek şey onun ne olduğunun bilinmeyeceğidir" der sonra dayanamaz konuşurdu...
"Aşka ta şiddetli bir evet bazen hayra dönüşür. İşte bu aşkın akla kafa tutmasıdır"

Evet haklıydı. Günlerce beni aramasını bekliyor, onunla konuşmaya yürümeye can atıyordum da bana yaptığı görüşme teklifini geri çeviriyordum. (Ama sonra "Keşke bir daha teklif etse de kabul etsem" diyordum kendi kendime.)

"Aşk; Allahın hiç bir zaman çözülmeyecek bir bilmecesidir. Aşk, tanrının kimseyle paylaşmadığı sırrıdır" derdi.
Sen çözdün mü diye sorduğumda:
- Onu çözemezsin ki; o sadece yaşanır çözmeye kalkışan elinden kaçırır. Onu hapsetmiş olan kendini hapsetmiş olur. Aklın kısır döngüsüne girmez o
- Neden?
- Akıl; her şeyi parça olarak görür, sonra da o parçaları birleştirmeye çalışır. Aşk ise tekliktir. O her şeyi bir görür. Aşkın diğer bir niteliği de insanın önünden faydacı nedenselliğe bağlı akıl engelini kaldırmasıdır
- Öyleyse aklı ne yapmalı?
- Akıl kalpte bir nur olmalı. Akıl kalbe göre olmalı. Kalp de akla rağmen..
- Zaten delilikte insanın aklıyla değil, kalbiyle yani duygularıyla yaşam hali değil midir? Bu yüzden her âşık delidir. Aşıklarla deliler arsındaki fark; aklın bir daha dönmemek üzere gitmesi. Aşıklar da ise aklın geriye dönüşünün mümkün olmasıdır. Zaten insanın aklı başına gelince aşk intihar eder...


..................................................


Kübra, bu karmakarışık hatıralar geçince gözlerinden gazeteye bir daha baktı... Çok feci bir kazaydı."Yusuf" ağır yaralanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Ölmemeliydi.
O' nu sevdiğini söyleyecekti. Bunu daha en başından söylemeliydi. "ya o sevmiyorsa" diye düşünürdü hep. Artık düşünmüyordu böyle şeyleri. Önemli olan, kendisinin sevmesiydi, sevilmesi değil. Nihayet hastaneye geldi. Hızlı adımlarla merdivenleri çıktı. Yüreği bir kuş kalbi gibi atıyordu.
Koridorda ilerlerken bir odadan yaşlı ve yorgun bir kadın çıktı.

"Yusuf u arıyorum " dedi Kübra, kadın Kübra’yı süzdü biraz geç kalmadın mı deyip Yusuf'un odasını işaret etti. Demek "Yusuf" onu bekliyordu. Hızla odaya girdi. Şükürler olsun Yusuf yatağındaydı.
Biraz yaklaştı aman Allahım! ölmüş .
Kadın, Kübra'nın omzuna hafifçe dokundu, şaşkınlıktan dona kalmış Kübra ya bir mektup uzattı.
Zarfın üstünde şu yazıyordu.
"Bir kalbin dirildiği yerde, bir bedenin ölümü bir anlam İfade eder mi?" hemen zarfı açtı
"Ey Sevgili,
kaç aydır seni göremiyorum. Bana bakmadığın bir anı bulup sana baktığım o anları özledim desem kızacağını biliyorum. Biliyorum bana diyeceksin ki niçin bu kadar kaçtın benden?
Ve biliyorsun ki bu soruya cevap vermeyeceğim.
İnan bilmiyorum nasıl bir kalbe sahibim. Şu an bile senin kalbindeki sevgiyle yaşadığım halde şimdi çıkıp gelsen seni hiç özlememiş, seni hiç aramıyor gibi davranacağım.
Biliyor musun kaç kez aramak istesem de arayamadım. Bunca yorgunluğuma rağmen uyuyamıyorum geceleri...
Sessizce yürüdüğümüz o saatlerden olacak. Sessizlikle beraber sen doluyorsun içime geceleri. Sabah ezanının sessizliği ürperten sesiyle senden ayrılıyorum. Ve biraz olsun uyuyorum.

San ki seni sabahın Rabbine emanet ediyorum. Beni sana sevdirene, seni çağırıyorum. Bir zamanlar seni her şeyden esirgedim şimdi seni herkese bağışlıyorum. İnan sevgilim seni hiçbir zaman kalbime hapsetmedim. İstedim ki sonsuzluğu bulasın. ALLAH senin kalbinde var ettiği sevgiyle beni yaşatıyor. Ve inanıyorum ki sonsuza dek yaşayacağım. Senin hakkını hiçbir zaman ödeyemem... Çünkü her zaman sen beni, ben den daha çok sevdin, ve hala seviyorsun.
Kübra ağlıyordu, ilk defa sitemsiz bir aşk hissediyordu kalbinde.
__ O nu tutmak ister misin? dedi kadın...
Kübra kadına dönüp ellerini tuttu. Onun bedeni benim dedi.
Kadın, sanırım o sensin son nefesinde şöyle demişti
O ‘ na söyle beni kaybetmesin



İsmail Acarkan (Ölümü özlemeyen aşkı anlayamaz)

23 Ocak 2010 Cumartesi

Tanrı'ya Mektup

Dünya çok sıkıcı bir yer oldu tanrım. Daha dün Deniz Radmınsız bir EnBiEy maçı izlemektense eski bilyelerimi saymayı tercih ettim. Tamı tamına 276 tane saydım. Yeğenlerim gene bilyelerimi aşırmışlar. Bu kez kayıp sayısı on yedi. Çocukların git gide bana benziyor olmaları tehlikeli. Önlerinde daha çok yol var, benim sabıka kaydım 260 misket.

Geçen hafta yolda dinlemek için empeüç pileyırımda Hababam Sınıfı filminin saundtırekini ararken yolun kenarına park etmiş kocaman bir arabaya 80km/saat hızla küüüt diye dokunduruverdim hafifçe! Trafik polisi kazanın saçmalığını düşünürken ben ona çocukken araba kullanmayı çarpışan arabalarda öğrenmeyi nasıl başardığımı anlatmaya çalışıyordum. Hiç kimse sürücü kursuna, benim çarpışan arabalara verdiğim kadar para vermemiştir herhalde.

Artık İstanbul'daki lahmacunlar bile temiz tanrım. Bu Uğur Dündar belasıyla cezalandırman için ne yaptık ki biz? Ablamın canı lahmacun çekmiş.. Götürdüğüm kebapçıdaki garsona lahmacunları neden böyle temiz yaptıklarını, eskiden sokakta yediğimiz lahmacunların neyinin eksik olduğunu sorduğumda yüzündeki ifade turşu tadındaydı. “Teşekkür ederim, salatalık turşusuna gerek kalmadı, kaldırabilirsin.” dediğimde midemin neden ekşidiğini ablamın da anladığını sanmıyorum..

Tanrım neden annemin “Aaaa oğlum bak bu bilmem kimin kızı. Ne kadar güzelleşmiş! Bebekliğini bilirim ben bunun.. Çok da hamaratmış, tü tü tü maşallah..” diyerek tanıştırdığı her kızın adı Hayırlı, soyadı Kısmet oluyor? Dünyada aynı kafa kağıdına sahip kaç tane kız olabilir ki? Hele ki Maykıl Ceksın'ın bile evlendiği 'bu dünya' da.

Az önce Soni firmasına bir imeyıl gönderdim. PıleySiteyşın için saklambaç oyunu yazmalarını rica ettim. Cevabı merakla bekliyorum, bir cevap verme gereği duyarlarsa tabi..

Büyük yeğenim bütün gün, aralıksız Kauntır Sıtrayk oynuyor. O, oyun başladığı gibi beş – bir almaya çalışırken ona çocukken elektrik borularıyla attığımız kağıt kurşunların nekadar keyif verici olduğunu anlatmak fazlasıyla zor.

Bütün gün sıkıldıktan sonra TiViyi açıp biraz eğleneyim diyorum ama yüzlerce kanalın bir tanesi bile Susam Sokağı'nı yayınlamıyor artık. Kumanda yerine sağ işaret parmağımla protesto ediyorum TiViyi. Kararan ekranda gördüğüm 'ben' 15-20 yıl daha büyümüş meğerse..

Yazımın sıkıcılığından sakın ola şikayet etme tanrım. Hiç acımam, bir günümü dakikası dakikasına yazarım..

20 Ocak 2010 Çarşamba

formspring.me

soruyu gördüm ve aklıma direk 'gaddddaaarrrr' geldi. bu sıfat hakkında ne düşünüyosun? =)

Aşinayım =) Ama "vicdansızzzz" daha başarılı bence =D

Ask yourself first..

formspring.me

insanlar seni en çok hangi sıfatlarla tanımlarlar?

Çocukluğumdan buyana düşünülürse "uzun". Son zamanlarda "işkolik".

Acınası değil mi?

Ask yourself first..

formspring.me

yalan söylediinde nası hissediosun?

Utanıyorum. Ama utandığımı belli etmiyorum ya da etmemek için çabalıyorum. Çünkü utanıyor olmak daha utanç verici..

Ask yourself first..

formspring.me

bilgisayarında senden başka en çok kimin fotoğrafı var?

Yeğenlerimin.

Ask yourself first..

formspring.me

sende mi brütüs?

Evet.

Ask yourself first..

formspring.me

gugılda binyerde çıkıosun zaten bi burası eksikti!

bu bir soru cümlesi değil..

Ask yourself first..

18 Ocak 2010 Pazartesi

Poker Face

Herkes hayata iyi bir insan olarak başlar. Bilirsiniz; çok şımartılmamış her çocuk utangaçtır, elindeki ufacık şekeri paylaşacak kadar iyidir. Çocukken şekerlerinizi, oyuncaklarınızı paylaştığınız sürece her çocukla arkadaşsınızdır. Ancak büyüdükçe bunlar yetmez. Şeker yemeyip oyuncaklarla oynamamaya başladığınızda ne yapmanız gerekmektedir? Hep aynı çizgide kalmaya çalışan "İYİ" çocuklar işte burada bocalar.. Bu nokta "iyi ile kötü" nün "doğru ile yanlış" a karıştığı cümlede konur.

Önce beklentiler karşılanmaz, sonra dışlanmaya başlar ve sonra da yalnız kalır. Çok yalnızlık bir çok yanlışlığın başlangıcıdır..

Yalnız kalan azıcık akıllıysa etrafını gözlemlemeye başlar, eksiliği analiz etmeye çabalar. Nasılsa yalnızdır, herzamanki gibi yaramazlıklar ondan uzaktır ve bu nedenle çooook vakti vardır..

Sosyal açlık ergenliğin ilk kompleks nedenidir. Kompleksli insanlar zayıf olur ve çok kolay yamulup eğilirler.

İşte bu dönem şeytanla pazarlık yaparken insanın elinin en zayıf olduğu dönemdir. Poker oynamak için çok yanlış bir gecedir.. Elinizdeki kartları görmüştür, blöf yapar, rest çeker, önünüzdeki azıcık pulun hepsini alır..

Sabah uyandığınızda oyunu diğer kazananların oynadığı gibi oynamanız gerektiğini bilirsiniz.

Masa aynı masa, oyuncular aynı oyuncular, deste aynı deste, kriupiyer aynı krupiyer..

Ama hile yapmaya başlamışsınızdır. Mütemadiyen kazanıyor olmanız tesadüf olamaz.. Bazıları hile yaptığınız görür, göre göre yenilirler.. Hakediyorlar diye düşünürsünüz de siz hakediyor musunuz acaba diye hiç tartmazsınız..

Hiçbir zaman unutamazsınız ne olduğunuzu, ne yaptığınızı..

Yaptığınız hileler hep gözünüze batar.. Önce gözünüzden nefret edersiniz, sonra kendinizden..

Yaptığınız hilelerle kazandıklarınızdan da nefret edersiniz.. Hileler hileleri takip eder..

Neden kumarda en popüler oyun pokerdir? Çünkü aynı anda birçok kişiyi yenebilirsiniz, hile yapabilirsiniz, blöf yapabilirsiniz ve sonucu hemen görebilirsiniz, insanların herşeyini tek bir oyunda alabilirsiniz.. Ne kadar keskin değil mi?..

Hileyle her kazandığınız her oyunda, yendiğinizden sizi hilekâr yapmalarının intikamını alırsınız aslında.. Ve canını acıtmak istersiniz.. Sizi katil olmaya iten herkesi öldürme isteği gibi anlamsız.. Ama gerçek..

Çoğu kez gelinen nokta geri dönüşümü olmayan bir cümlenin sonundadır..
Ardından birsürü cümle gelse de farketmez artık..

Cümleyi kabul edip, yeni paragraflara geçme vaktidir..

12 Ocak 2010 Salı

Zamanın değiştirmediği "Değişik"

Gördüm ki haaaaalââ sızlanıyorsun. Ne boka yararsın ki!.. Bunca zaman hiiiiçbirşey değişmemiş. Hiç mi büyümüyorsun? Hiç mi birşey öğrenmedin?.. Millete sert çıkıp kuul yapmakla hiçbiryere gelemedin ki nereye gidebileceğini düşünüyorsun? Sen mağdursun, sen akıllısın millet salak, sen gidersin millet arkandan gelir.. Aslında çok iyi biliyorsun ki gidene sadece "Git" bile denmez, "Siktir git" denir.. Her gidişinden sonraki sinirin işte bu yüzden. Biliyorsun ki aslında kimsenin umrunda bile değilsin.. Üzüldüm be sana.. Bi bok kalmamış elinde avucunda.. Ne gidebildin ne kalabiliyorsun.. Gitmeyi maçası yemeyen insansı kalsa ne farkeder ki.. Git bence sen, hatta siktir git..

11 Ocak 2010 Pazartesi

birdaha kabataşa gidenin dee verdiği sözleri salak saçma tutmak için kıçını yırtanın daa 3e 5 verenin dee

9 Ocak 2010 Cumartesi

Hmmm

Takvimin getirdiği her günü istisnasız yaşamak zorundayız. Çoğu günün hamurunda da sıkıntılar var. İşte bu yüzden hayat insanı olgunlaştırıyor.

İnsan olgunlaştıkça, yüzünü iyiliğe döndüğü için, gölgesi hep kötülüğün üzerine düşer..

Ne demek istiyorum? Anlatayım..

Aslında çok basit. Zaman geçer ve bizler büyürüz. Büyüdükçe olgunlaşır ve daha iyi insanlar oluruz. İşte buradan sonra işler garipleşmeye başlıyor.

Eğer önceki hayatınızı sıfırlarsanız (ki bu çok büyük bir kayıptır) herşeyi yeniden inşa edebilirsiniz..
Demek ki yaşadığınız onca zamanın pek önemi yokmuş..

Ama önceki zamanlar silinmeyecek kadar değerliyse sizin için, çoğu kez iyi halinizi en çok kötülüklerinizden çekenlerin hakettiğini sancak kadar kibirli olabilirsiniz. Ama merak etmeyin, onlar burnunuzu çok iyi sürterler..

Defalarca yaralarına bastığınız parmakta artık merhem olduğu kimsenin umurunda değildir.. Parmağınızı kırarlarsa şaşırmayın. Unutmayın! Bunu çoktan haketmiştiniz..

Sonuç: Artık daha da olgunsunuzdur.. Ama bi boka yaramaz!..

4 Ocak 2010 Pazartesi